Sevgili Oğuz Atay’ın müthiş eseri olan ''Tutunamayanlar'' adlı romanında geçen bir cümle vardı. Cümle şu minvalde idi ''Herkes kitapçı ve
çiçekçi olamaz, bu mesleği yapan insanların biraz daha özel olması gerekir.'' ,
Oğuz Atay burada kitapçılık veya çiçekçilik yapan kişilerin bu yaptıkları işe
merakı olması gerektiğini, bu işi sevmeleri gerektiğinin altını çizmeye
çalışıyordu. Cümle tam olarak böyle değildi, ama çıktığı anlam buydu. Oğuz Atay’ın
o süper eserini ve oradaki bu tespiti de zaman zaman düşünürüm. Şimdi bu
konuyla ilgili bazı düşüncelerimi ve tespitlerimi paylaşmak istiyorum.
Günümüzde birçok iş gibi kitapçılıkta kapitalizmin o her
şeyin içini boşaltan, anlamsızlaştıran etkisi altında maalesef. Eski
kitapçıları bulmak, sahaflar kültürüne sahip kişilerle karşılaşmak çok
zorlaşıyor. Özellikle hayatımızın son 10-20 yılına damgasına vuran AVM (alış-veriş
mağazaları) kültüründen dolay bu çok daha zor hale geliyor. Bu tür yerlerde
isim vermek istemediğimden bir sürü ‘kitap mağazaları’ türünden yerler mevcut.
Buralarda sadece kapitalizmin arz-talep meselesi gözünden bakılır kitaplara,
yazarlara, şairlere.
Bu tür yerlerde;
1) Hangi kitap-yazar çok popüler ancak onlara rastlıyoruz
daha çok.
2) Bu aralar hangi kitaplar-yazarlar daha çok gündemde ise
onlara mecbur ediliyoruz.
3) Ya da bir şekilde bize satılacak kitaplar göz önünde
tutulup, insanların onları almaları kolaylaştırılıyor.
düşüncesi hakimdir sadece.
Ayrıca bu tür mekanlarda çalışan insanlar için de bir
kitapçıda çalışmak ile bir giyim mağazasında çalışmak arasında hiçbir fark yoktur. Kitaplar
konusunda konuşmak ya da fikir almak hak getire, bu tür mağazalara gitmek ile
bir manava gitmek arasında hiçbir fark yok.
İki kilo domates alabilir miyim? İle falanca yazar veya
şairin falanca kitabı var mı? demeniz arasında hiçbir fark yok yani onlar için.
En fazla
bilgisayardan o kitabın veya yazarın adını girer ve;
-efendim bu kitap mevcut size hemen getireyim.
Ya da;
-Şuanda mağazamızda mevcut değil maalesef. İsterseniz getirtebiliriz.
dışında kuracakları pek bir cümle yoktur. Yani o yazar yerine
size bir yazar daha öneremezler, o aradığınız şair yerine yeni bir şair
öğrenmenize katkı sağlayamazlar. Çünkü o konu ile uzaktan yakından alakaları
yoktur pek. Yaptıkları işin hakkını veremezler yani, o işin hakkını verebilmeleri
için uzun boylu okumalar yapmaları gerekir, ama bul bakalım bulabilirsen o
mağazalarda böyle birilerini…
Oysa İstanbul’da sahaflar taraflarına gittiğinizde, tam da
bu tür insanlar, bu tarz kitapçılar ile karşılaşırsınız. Size yazar tavsiye
edebilecek, şair tavsiye edebilecek kitapçılar. Bazen yeni bir konu ile
ilgilenip almak istediğiniz kitaplar olduğunda size en azından 3-4 kitap
önerirler ve tabii hangi sırayla okuyacağınızı önerebilecek kitapçılar. Ayrıca yabancı bir yazarı
okumak istediğinizde size güzel çeviren yayınevlerini ya da o kitabı güzel
çevirmiş bir çevirmeni önerirler. Bu sayede yeni yazarlar, yeni kitaplar, yeni
çevirmenler öğrenmişimdir. İşte kitaplar ile ilgisi olan kitapçıların bu tür
yararları vardır okuyuculara, hele artık gide gele tanışıklığınız artmış ise,
size;
-O kitap senin için hafif kalır bence ilkin şunu okumalısın.
Ya da;
-O yazar biraz fazla detaycıdır ilkin şu yazarı oku, daha
genel yazar sıkmaz seni.
gibilerinden cümleler duyarsınız. Çünkü hem kitaplardan ve
yazarlardan az-çok anlayan hem de sizi az-çok tanıyan-bilen bir kitapçınız vardır.
Sahaflarda bu kültürden etkilenerek ne kadar çok şey öğrenildiğini bir bilseniz
herhalde o mağaza kitapçılarına bir daha uğramazsınız. Hem o mağazalara göre
daha da ucuzdur kitaplar.
Oysa AVM mağazalarında hem pahalı hem de sadece aradığınız kitabı
bulabilirsiniz ancak ya da onu bile bulamazsınız. İşte kapitalizmin ve onun
ideolojisi olan modernitenin insanlara ve kitaplara yaptıklarına çok küçük bir
örnek bu. Son olarak her şeyin için boşaltan, anlamsızlaştıran bu konu ile
ilgili sevgili Sırrı Süreyya Önder’in bir tv programında anlattığı bir hikayeyi ve yaptığı
bir tespiti buraya almak isterim, belki bir nebze olsun daha iyi anlaşılır,
hikaye tam olarak olmasa da özü itibariyle aynıdır;
Hikaye şu
(yanlışlıklar olabilir hikayede kişiler ve tarihsellik anlamında, ama siz özüne
dikkat edin lütfen);
''Yunus Emre Anadolu’da yaşadığı o dönemde ,savaş-sefalet
varken buğday tedarik etmek için Hacı
Bektaş Veli’nin yanına gider ve biraz buğday ister. Hacı Bektaş Veli buğday mı
istersin yoksa burada kalıp muhabbet mi etmek istersin, diye sorar. Yani onun
dergahta kalmasını talep eder, Yunus Emre ise bana buğday ver, der ve buğdayı
alıp gider. Fakat yolda içini huzursuzluk sarar ve yarı yoldan geri döner,
dergaha hizmet için orada kalır.''
Sırrı Süreyya Önder’in bu konudaki tespiti ise şu;
''Tüm hayatı boyunca para ile ilişkisi o buğdayı taşıdığı ve
geri döndüğü zaman dilimi ile sınırlı olan koca Yunus Emre’yi modernite alır ve
200 liranın arkasına resmini koyar, işte modernite bu kadar rezil bir haldir.
Yunus Emre görseydi, sözde bu jesti kendisine hakaret sayardı.''
Bilmem derdimi anlatabildim mi? Saygılar…
Hasan ÇATIR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder