4 Haziran 2015 Perşembe

Bülbülü Öldürmeyelim

"İstediğin kadar saksağan vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır." (s.117)

Bülbülü Öldürmek(To Kill a Mockingbird ) adlı romanın herhalde en bilinen cümlesidir. Harper Lee’nin meşhur romanı ki yazarın aynı zamanda tek romanıdır. ilk yayımlandığında satış rekorları kırdı ve yazarını kısa sürede üne kavuşturdu. Sel yayıncılıktan çıkan romanını ilk sayfasında yazar ve roman hakkında şu bilgiler var.

HARPER LEE, 1926 doğumlu Amerikalı romancı. Alabama eyaletinin Monroeville şehrinde büyüdü. 1956’da yazmaya başladığı otobiyografik öyküler zaman içerisinde Bülbülü Öldürmek’e evrildi. Kitap 1960 yılında yayınlandığında okurlardan yoğun ilgi gördü. 1961’de Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü kazanan Lee,Bülbülü Öldürmek’ten sonra birkaç deneme haricinde yazı yayımlamadı; neredeyse hiçbir söyleşi ve program davetini kabul etmeyerek münzevi bir hayat sürdü. Kitaptaki “Dill” karakterinin çocukluk arkadaşı Truman Capote’den esinlendiği biliniyor. Ayrıca Capote’nin daha sonra kült kitabı Soğukkanlılıkla’ya dönüşen Cutler cinayetlerinin izini sürmek için araştırma yapmaya gittiği Holcomb, Kansas yolculuğuna da eşlik etmiştir. Yazdığı tek romanla efsaneleşen ve birçok yazarı etkileyen Harper Lee hâlâ Monroeville ve New York’ta yaşıyor.

Roman ile ilgili o kadar çok yazılan çizilen şeyler olmasına rağmen, ben amatör bir okuyucu olarak yine de düşüncelerimi ve duygularımı paylaşmak istedim.

Öncelikle bu roman herhalde her zaman güncelliğini koruyacak, her zaman okunabilecek bir kitap olarak kalacak, tıpkı Dostoyevski’nin suç ve ceza romanı gibi. Dostoyevski romanında nasıl evrensel bir konuya temas ediyorsa, Harper Lee de bu romanda aynı şeyi yapıyor. Kitapta genel olarak 1930’ların amerikasındaki yaşam tarzı, o dönemin yaşam koşulları, aile tarzları, o dönemki ekonomik buhranın görüntüsü çerçevesinde, olayların ana konusu olan siyahi düşmanlığı-ırkçılığı anlatılıyor küçük bir kız çocuğu tarafından. Küçük bir kızın(scout) gözünde ırkçılığın, ötekileştirmenin, önyargının ne kadar saçma olduğunu bize çok net gösteriyor. Unutmayalım ki hiçbir çocuk önyargılı veya ırkçı olarak doğmaz. O saf-temiz kalpli, masum çocuklara bu tür gereksiz-zararlı tüm kötü alışkanlıkları ancak toplum bulaştırabilir, tıpkı bir hastalığı bulaştırır gibi. Zaten ırkçılık bir hastalık değil de nedir sanki? Hangi çocuğu oyun parkına götürüp bıraksanız bırakın, diğer tüm çocuklarla çok rahat oynayabilir, konuşabilir. Diğer çocukların Türk mü, Kürt mü, Arap mı, Yahudi mi ya da Müslüman mı Hıristiyan mı Musevi mi ya da Sünni mi Alevi mi olduklarına bakmaz. Çünkü onlar o kadar vicdansız değildirler, bizden yani ‘’büyüklerden’’ çok daha akıllıdırlar, bilgedirler. Çocuklardan öğreneceğimiz daha çok şey var yani. Küçük Prens kitabındaki meşhur sözdür;

"Büyükler hiçbir şeyi tek başlarına anlayamıyorlar, onlara durmadan açıklamalar yapmak da çocuklar için sıkıcı oluyor doğrusu."


Keşke o güzel yürekli çocuklar biz anlayana kadar durmadan anlatsalar bize bu saçmalıklarımızı…


Kitap ile ilgili bir diğer düşüncem, hani çocuklarımıza acaba hangi kitabı alalım okusunlar diye düşünüyorsanız, işte bu o kitapların başında gelir( bir diğeri antoine de saint-exupéry'in Küçük Prens kitabıdır). Çünkü dili çok sade, kendini o kadar güzel okutuyor ki hiç sıkılmadan okuyabilirsiniz. Özellikle sel yayıncılıktan çıkan Ülker İnce çevirisi harika bir çeviri. Çocuklar bu kitabı eminim çok severek okuyacaklardır. Öyle gidip ağır dünya klasikleri okutup, çocukları okumaktan soğutmak yerine bu tarz kitaplar okutmaya özen gösterelim. Zaten klasiklerin hem konu olarak ağır olma durumlar hem de çoğu zaman özet ya da kötü çeviri olmaları sebebiyle çocukları okumaktan soğutabilir. Özellikle kaliteli olmayan yayınevlerinin çevirilerini, ucuz diye dilinin nasıl olduğu belli olmayan klasikleri almamalı kesinlikle.


Kitabı okurken aklıma gelen başka bir düşünce ise, çocukların doğadan ne kadar uzakta büyüdükleri oldu. Ne bir ağaç sevgisi ne bir hayvan sevgisi veremiyoruz çocuklara. Çünkü ne bir ağacı olan bahçesi ne de o bahçede görebileceği bir hayvan var. Hele büyük şehirlerdeki çocuklar için durum içler acısı, bir kuşa bir böceğe ancak ya kafeste ya da bir camekanın arkasından bakabiliyor. Hiçbir canlıyı kendi doğal ortamında görme şansı yok neredeyse. Bu da modernitenin verdiği en büyük zararların başında geliyor sanırım. Büyüğü-küçüğü ile herkes doğanın kendisine, doğada yaşayan canlıya yabancılaşıyor. Her şeyi kaçırıyoruz sanki, hiç bir şey yapmadan hiç bir şeye vakit bulamıyoruz. Ne kadar kötü bir durum bu, denizin kokusunu, rüzgarın sesini dinlemeye vaktimiz yok, denizi koklamak yerine facebookta resmini paylaşmayı yeğliyoruz, ne kadar suni, ne kadar doğadan kopma bir durum. Doğaya ve kendimize daha ne kadar yabancılaşacağız bilemiyorum. Yine kitapta altını çizdiğim bir kısmı aşağıya almak istiyorum, bu durumu çarpıcı bir şekilde anlatan;

''O zamanlar insanlar yavaş hareket ederdi. Salına salına meydanın bir tarafından karşı tarafına geçer, meydanın çevresindeki dükkanlara salına salına girer çıkar, hiç acele etmezlerdi. Bir gün yirmi dört saatti ama sanki daha uzunmuş gibiydi. Acele etmeye gerek duyulmazdı çünkü gidecek yer yoktu, ne satın alınacak bir şey vardı ne de satın almak için para'' (s:10)


Herhalde kitaptaki bu satırları okumak hayata ne kadar yabancılaştığımızı göstermek için yeterli. Ayrıca kitap o kadar güzel ki, bazı cümleler tüm felsefe ve sosyoloji tarihini içinde barındırıyor hissi veriyor. Mesela bir siyahi mahkum için aldıkları haksız bir karar için, küçük kızın babası (Atticus) ve abisi(Jem) arasında bir konuşma geçer (sayfa:278);

'
'Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bunlar çirkin ama hayatın gerçeği'' (Atticus),

''Gerçek olması doğru olduğu anlamına gelmez.''(Jem)



Ya da yine toplumun bazen ''kolektif delilik'' haline tutulduğu zamanlar için şu cümleden daha güzel nasıl anlatılabilir bilmiyorum;

''Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.''(s:135)


Ve belkide bir psikolojik durum ancak bu kadar sade anlatılabilir;

''Bildiğin her şeyi söylemek zorunda değilsin. Ayrıca, insanlar kendilerinden daha çok şey bilen birini çevrelerinde görmekten hoşlanmazlar. Sinirlenirler. Doğru konuşarak onları değiştiremezsin, kendileri öğrenmek istemelidir, onlar öğrenmek istemiyorlarsa bir şey yapamazsın, ya çeneni kapar ya da onlar gibi konuşursun.''(s:159)



Kitabı okuduktan sonra yapmanız gereken bir şey daha var ki, kitabın filme uyarlaması olan Bülbülü Öldürmek filmini izlemek. 1962 yılında çekilen film Bülbülü Öldürmek romanından senaryosunu Horton Foote'un uyarlayıp yazdığı filmi Robert Mulligan yönetmiş, önemli rollerinde Gregory Peck, John Megna ve Frank Overton oynamışlardır. Müzikleri Elmer Bernstein'e ait olan filmin yapımcısı Alan J.Pakula'dır. Film özgün müziği ile Altın Küre ödülü kazanmıştı. Ama sıralamaya dikkat etmek gerek, önce kitap okunmalı sonra film izlenmelidir. Çünkü sinemaya uyarlamasının kısıtlı zaman sorunundan kaynaklı bazı yerlere değinilmemiş, kitaba göre eksiklikler var( ki bu durum gayet normaldir). Oyunculuk olarak, görüntü olarak gayet kaliteli bir film. İzlemenizi kesinlikle tavsiye ederim.

İyi okumalar…


NOT: Son çıkan haberlere göre Harper Lee yaklaşık olarak 55 yıl tek romanı olarak kalan Bülbülü Öldürmek kitabının devamı şeklinde olan yeni bir romanın müjdesini verdi. 3 Şubat 2015 tarihinde yaptığı açıklamayla, ''Go Set a Watchman'' adlı yeni romanının 14 Temmuz 2015 tarihinde yayımlanacağını duyurdu. Bülbülü Öldürmek kitabının devamı niteliğindeki roman, ilk romanın 20 yıl sonrasında yine Alabama eyaletinde geçiyor. İlk eserdeki küçük çocuğu büyüdükten sonra, siyahların verdiği mücadeleye verdiği destek etrafında gelişen bir örgüye sahip. Bu kitabı da sabırsızlıkla bekliyoruz.

Hasan ÇATIR







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder